|
|
Su,
canlıların yaşamları ve diğer gereksinimleri için ihtiyaç duydukları temel
besin maddesidir. Suyun ekonomideki rolü canlıların var olmasındaki rolü kadar önemi haizdir. Dünya’da ve özellikle bölgemizde
kişi başına düşen su miktarının hızla azalması, sınır aşan suları, gerginliklerin
ve uluslararası ilişkilerin merkezine taşımış bulunmaktadır. Türkiye ve
özellikle Ortadoğu ülkeleri için suya olan ihtiyaç azami seviyededir ve bu
ihtiyacın şiddeti gelecekte daha da artacaktır.
Türkiye
Cumhuriyeti bir takım projeler üreterek var olan su kaynaklarını daha verimli
kullanmak, gelecekte yaşanması muhtemel su sıkıntısına yönelik önlemler almak
ve bölge ülkelerine su ile barış götürmek istemektedir. Bu bağlamda ortaya konan
Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), temelde Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni kalkındırmayı ve ülke ekonomisine
katkıda bulunmayı buna ek olarak Ortadoğu ülkelerinin su sıkıntısını önemli
ölçüde gidermeyi amaçlamaktadır.
Dünyadaki
toplam su miktarı 1.4 milyar m3’ tür. Bu suların %97.5’i okyanuslarda ve
denizlerde tuzlu su olarak, %2.5’i ise nehir ve göllerde tatlı su olarak
bulunmaktadır. Bu kadar kısıtlı olan tatlı su kaynakların ise %90’ı kutuplarda
ve yer altında bulunmaktadır. Tüm bu koşullar göz önüne alındığında ise su uluslararası
ilişkiler literatürde giderek önem kazanan bir yapıya bürünmüştür. Son
zamanlarda, çevre başlığı adı altında inceleme alanı bulan Su Politikaları ayrı
bir başlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani giderek önem kazanan bir pozisyon
halini almaya başlamıştır.
Bu
makalede su politikalarının komşu ülkeler nezdinde oluşturduğu siyasal baskılar
üzerinde durulurken, yapılan karşılıklı veya çok uluslu antlaşmalarla
karşılıklı yaptırımlar üzerine inceleme yapılacaktır. Özellikle Türkiye’nin
jeopolitik konumu itibariyle içinde bulunduğu kargaşalı ortamda bu durumu
aşmasının veya en azından sıkıntı yaratmamasının önüne nasıl geçileceği
hakkında önerilere yer verilecektir. Son yıllarda artan terör sorunu nezdinde
ele alınacak olan Türkiye-Suriye ilişkilerinde özellikle Atatürk Barajının
yapılması neticesinde başlayan sıcak sürtüşmelerin neden ve sonuçları ele
alınacaktır. Tüm bu değerlendirmeler neticesinde ise çözüm önerileri
sunulacaktır.
KÜRESEL
ÖLÇEKTE SU SORUNU
Su
sorunu en genel tanımıyla rekabetçi piyasa ekonomisinin küreselleşmesi, ivme
kazanan endüstri, tarım ve hizmet faaliyetleri, artan dünya nüfusu ve nüfusun
giderek büyüyen oranda kentleşmesi ve gittikçe daha fazla su ve enerji
tüketmeye dayalı yaşam biçimlerinin yaygınlaşması gibi insan faaliyetlerine
bağlı değişimlerin dünyanın su kaynakları üzerinde doğrudan ya da dolaylı
yarattığı baskıların bütünü olarak tanımlanmaktadır. Bu sosyal-ekonomik
değişimler fiziksel değişimleri beraberinde getirmekte ve dünya su kaynakları
hızla tükenmekte ve kirlenmektedir. Ayrıca
su kaynaklarının tükenmesi, suyun hem günümüz ile gelecek nesiller arasında
hemde günümüz toplumları ve bireyleri arasında adaletsiz bir paylaşımın nesnesi
olmasının önünü açmaktadır.
Herkesin
son derece yakından tanıdığı Birleşmiş Milletler (BM) su politikalarının
küresel ölçekte dönüşümünü sağlayan önemli bir kurumdur. 1972 yılında
Stockholm'de düzenlediği Çevre ve İnsan Konferansı'nda insanın hürriyet,
eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede
yaşamasının temel hak olduğu vurgulandı ve bu konferansta alınan bir kararla 5
Haziran günü Dünya Çevre Günü ilan edildi. BM'in 1977 yılında yaptığı Mar del
Plata Su Konferansı'nda ise içme suyuna erişimin bir insanlık hakkı olduğunun
altı çizildi. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerde sağlıklı suya erişimin
sağlanması ve su kaynaklarının korunması çerçevesinde Türkiye'nin de aralarında
bulunduğu pek çok ülkede 1980-1990 yılları arasında sektöre ilişkin yatırımlara
öncelik ve hız verildi. Neo-liberal anlayış çerçevesinde suyun kamu hizmeti
niteliğini ortadan kaldırarak, su yönetimini çokuluslu su şirketlerinin eline
vermeamacı bulunan küresel su
politikaları özellikle 1990’lı yıllardan itibaren çok uluslu şirketlerin
desteklediği küresel su platformlarında şekillenmeye başlamıştır.[1]
Dünyadaki
toplam su miktarı 1.4 milyar km3 olmasının yanında kullanılabilen su miktarı
sadece 35 milyon km3 tür.(UNEP 2007) Bu miktar mevcut su yapısının kırkta
birine tekabül etmektedir. Su sektöründe özelleştirmeye karşı olan görüş, suyun
bir kamu malı ve sağlıklı suya
kavuşmanın temel bir insan hakkı olduğundan hareketle, diğer ticarete konu olan mallardan farklı nitelikler
taşıdığını savunmaktadır. “Su tarifelerine”, suyun temini ve arıtılması gibi
alt-yapı yatırım maliyeti ile işletme-bakım giderleri dışında, su hizmeti
sunanlar tarafından ticari amaçlarla “kâr” unsurunun eklenmesinin, toplumun
fakir kesimlerinin suya ulaşımını güçleştireceği vurgulanmaktadır. Nitekim su yenilenebilir bir kaynak olmadığı
için bu konunun istikrarlı ve kararlı bir şekilde ele alınması gerekmektedir.
Bu çerçevede dünya ülkelerinin su kaynakları ve kişi başına düşen su miktarına
göre kategorize edilmesi gündeme gelmiştir. Fakir veya gelişmekte olan
toplumlarda, fakir kesim gelirine oranla büyük miktarda su ücreti ödemektedir.
Ancak bu yüksek bedel ilk bakışta açıkça görülmemektedir. Kentsel nüfusun
tamamı su bedeli ödemekte ve fakir kesimler için bu bedeli ödemek dışında bir
seçenek bulunmamakta ve yıllık gelirlerinin yüzde 5’i ile yüzde 10’nu arasında
bir ödeme yapmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler ile karşılaştırma yapıldığında bu
ülkelerde orta gelir grubunun altındaki fakir kesimler için aynı oran yüzde 1
ile yüzde 3 arasında değişmektedir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği
Örgütü/Organisation for Economic Co-operation and Development (EKİÖ/OECD) ülkelerinde su için
ödenen bedel hane halkının yıllık
gelirinin ancak yüzde 1’ine karşıttır. Nijerya’nın Onitsha bölgesinde ise bu oran yıllık gelirin yüzde 18’ine
ulaşmaktadır.[2]
3.
NEO-LİBERAL POLİTİKA SONUÇLARI
Özel
sektörün yatırım, işletme ve bakım giderleri karşılığında bir getiri (kâr) beklemesi doğaldır. Ancak gelişmemiş
ekonomilerde toplumun geniş kesimleri o kadar fakirdir ki; makul ölçütler
içindeki su tarifelerini bile ödemeleri mümkün olmayabilir. Belirtilen durum
özel sektör için çekici bir ortam olmayıp, ticari riskleri büyük ölçüde
artırmaktadır.
Afrika
kıtasında özelikle Sahra-altı bölgedeki kent nüfusu çok fakir olup, bu kentlerin önemli bir bölümünde projelere
dayalı içme suyu temini ve kanalizasyon sistemleri bulunmamaktadır. Tanzanya’daki
Dar es Salam gibi bazı büyük kentlerde şebeke tesislerinin işletme ve bakım
hizmetleri ile yenileme çalışmaları, mali kaynak yetersizliği nedeniyle 30
yıldır yapılamamaktadır.
Uganda
Ulusal Su ve Kanalizasyon İdaresi Başkanı William Muhairwe’nin, “Özelleştirme
bir seçenek olarak düşünülmüyor mu?” sorusuna verdiği cevaplardan bir bölüm;
aşağıda aynen aktarılmaktadır:[3]
…Kampala’da
1997–2004 yılları arasında iki yabancı özel firma ile tecrübe yaşadık. Bu
firmalar sistemin bakımı, su kullanımlarının ölçümlenmesi, su ücretlerinin
toplanması ve kaçak kullanımların azaltılmasından sorumluydu. Alman firma
başarılı olamadı ve sözleşmesi bittiğinde yenilenmedi. Fransız ONDEO Şirketi, 2002-2004 yılları arasında hizmet
verdi. Ancak özelleştirmeye gerek olmadığına
kendileri karar verdi ve bu firmanın uzmanlarından birisi bana, “Kanaatimce bizim tecrübemize ihtiyacınız yok
ve şayet paraya ihtiyacınız varsa
bankaya gidebilirsiniz, bizler banker değiliz” şeklinde beyanda bulundu.
Yatırım için para vermeye istekli
değildiler… Gerçekte talepleri, yönetim ücretlerinin iki katına çıkarılmasıydı. Ancak bu isteklerinin
karşılanması mümkün değildi. Hü- kümeti ve yardım kuruluşlarını bilgilendirdik
ve bize özgü bir modeli denemek istediğimizi belirterek destek sözü aldık…
İşletme hizmetlerini özel sektöre verebilirsiniz ancak altyapı hizmetlerinde
çok dikkatli olmalısınız. Eskiyen boruları değiştirmeniz gerekiyor. Özel
işletmecinin bunu gerçekleştirmek için elinde su tarifelerini artırmak dışında
bir seçeneği yok. Birçok durumda vatandaşların sosyoekonomik durumu tarife
düzenlemelerine imkân vermiyor ve bu husus özel sektörü ilgilendirmiyor. Sonuç
olarak; su ulaştırmamız gereken toplum kesimleri bu tarifeyi ödeyemiyor… Yabancı kökenli özel
işletme şirketleri Afrika ve Asya’da dolaşıyor. Test edilmemiş ideolojiler ve
görüşlerin peşinde koşamayız…
Sonuç
olarak; içme suyu sektörünün özelleştirilmesi günümüzdeki ideolojik
tartışmaların dışında ihtiyatla yaklaşılması gereken bir konudur. Su sektörünün
özelleştirilmesi tartışmaların odağında yer almakta ise de, dünyadaki nüfusun ancak yüzde 5’ine özel sektör eliyle
su ulaştırılmaktadır. Toplumun; suyun
herkesin ortak olduğu, korunması için müşterek sorumluluk taşıdığı
anlayışından kopması ve sıradan bir ticari meta niteliği taşıdığı
anlayışına yönelmesi ciddi bir risk yaratabilir. Bu bağlamda düz ve basit bir
mantıkla tamamen ekonomik verimlilik üzerine odaklanmış bir yaklaşım,
sürdürülebilir kaynak kullanımı kavramı ile de çelişecektir.
TÜRKİYE
SU KRİZİNİN NERESİNDE ?
Türkiye’de
yıllık ortalama yağış 643 mm olup, yılda ortalama 501 milyar m3 suya tekabül
etmektedir. Bu suyun 274 milyar m3’ü toprak ve su yüzeyleri ile bitkilerden
olan buharlaşmalar yoluyla atmosfere geri dönmekte ve 69milyar m3’lük kısmı yer
altı suyunu beslemekte, 158 milyar m3’lük kısmı ise akışa geçerek çeşitli
büyüklükteki akarsular vasıtasıyla denizlere ve kapalı havzalardaki göllere
boşalmaktadır. Yer altı suyunu besleyen 69 milyar m3’lük suyun 28 milyar m3’ü
pınarlar vasıtasıyla yer üstü suyuna tekrar katılmaktadır. Ayrıca komşu
ülkelerden ülkemize gelen yılda ortalama 7 milyar m3 su bulunmaktadır. Böylece
ülkemizin brüt yer üstü su potansiyeli 193 milyar m3 olmaktadır.
Yer
altı suyunu besleyen 41 milyar m3 de dikkate alındığında, ülkemizin toplam
yenilenebilir su potansiyelinin brüt 324 milyar m3olduğu ortaya çıkmaktadır.
Ancak günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli amaçlara
yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü su potansiyeli yurt içindeki akarsulardan
95m3, komşu ülkelerden yurdumuza gelen akarsulardan 3 milyar m3 olmak üzere,
yılda ortalama 98 milyar m3 olarak hesaplanmaktadır. 14 milyar m3 olarak
hesaplanan yer altı suyu potansiyeli ile birlikte ülkemizin tüketilebilir
yerüstü ve yer altı su potansiyeli yılda ortalama 112 milyar m3 olup, 44 milyar
m3’ü kullanılmaktadır.
Türkiye
İstatistik Kurumu (TÜİK) 2030 yılı için nüfusumuzun 100 milyon olacağını
öngörmektedir. Bu durumda 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su
miktarının 1.120 m3/yıl civarında olacağı söylenebilir. Aşağıda daha detaylı
bir şekilde incelenecek olan su sıkıntısı çekmeye aday olan Türkiye için ciddi
bir tehdit olarak göze çarpan bir durum içöinde olduğumuz aşikardır. Ve bu
çerçevede kapsamlı bir su politikası oluşturulması gerekmektedir. Mevcut büyüme
hızı, su tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi gibi faktörlerin etkisi ile
su kaynakları üzerinde olabilecek baskınları tahmin etmek mümkündür. Ayrıca
bütün bu tahminler mevcut kaynakların 20 yıl sonrasına hiç tahrip edilmeden
aktarılması durumunda söz konusu olabilmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin gelecek
nesillere sağlıklı ve yeterli su bırakabilmesi için kaynaklarını çok iyi
koruyup, akılcıkullanması gerekmektedir.
Su
konusu son yıllarda uluslararası gündemin üst sıralarında yer almaya
başlamıştır. Suyun dünya kamuoyunun ilgisini artan bir biçimde çekmesinin
başlıca nedenleri arasında nüfus artışı, hızlı şehirleşme ve sanayileşmenin yol
açtığı su ihtiyacı ve iklim değişikliği yer almaktadır.[4] Tüm
bu durumlar göz önüne alınarak su kaynakları politikamız, suyun ülkemizin
ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısında önceliklerimiz, AB
ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak
oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir.[5]
Tüm
bu endişeler göz önüne alındığında Türkiye’nin başlatmış olduğu projeler çok
önem kazanmaktadır. Ve bu kapsamda yapılan en akılcı projelerden birisi olan
GAP olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Ancak bu durum iyi idare edilmediği zaman
özellikle başta Irak ve Suriye olmak üzere tüm Orta Doğu ilkeleriyle ilişkiler
gerginleşebilir. Öyle ki İsrail bile Türkiye-Suriye ilişkilerinde suyunöncelikli
başlık olmasını istemekte ve mevcut olabilecek bir anlaşma neticesinde Golan
Tepesinin mutlak hakimi pozisyonuna bürünecektir. Tüm bu ayrıntılar göz önüne
alınıp akılcı bir çözüm yoluna gidilmelidir.
Uluslararası
su hukuku henüz oluşturulma aşamasındadır. Su konusu bugüne kadar kabul edilen
uluslararası sözleşmeler daha ziyade sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve
korunmasına odaklanmıştır. Suyu tüm boyutlarıyla ele alan küresel ölçekte kabul
gören uluslararası bir sözleşme bulunmamaktadır. Sınıraşan sular nedeniyle
ortaya çıkan uyuşmazlıklardan bazıları
·
Lanoux Gölü( Fransa-İspanya)
·
Columbia Nehri(Uruguay- Arjantin)
·
İndus Nehri(Hindistan-Pakistan)
·
Colorado ve Tijuana Nehirleri
(ABD-Meksika)
·
Çad Gölü ve Havzası (Kamerun- Çad-
Nijer- Nijerya)
·
Nil Nehri( Mısır-Sudan)
Tek
bir nehir halinde denize dökülen Fırat ve Dicle Nehirlerinin tek havza*[6]
oluşturduğu genel kabul görmektedir. Genel olarak kabul gören anlayışa göre bu
iki nehrin sularının kıyıdaş üç ülkeye yeteceği öngörülmektedir. Unutulmaması
gereken bir husus olarak göze çarpan bir husus vardır ki devletlerin bekasını
sağlayabilecek niteliktedir. Gıda güvenliği. Üç ülkede bunu öne sürerek GAP
yapılaşmasını yorumlamaktadır. Bu tartışma ortamında Özal hükümeti son derece
akılsız ve mantıksız bir çözüm önerisinde bulunmuş ve kabul görmüştür. Bu
konulara aşağıda detaylı bir şekilde değinilecektir.
Fırat
ve Dicle nehirleri sadece üç kıyıdaş ülke arasında bir mesele olmak çıkmış ve
AB gündeminde girmiştir. Öyle ki AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki
Değerlendirme Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununa gelecek yıllarda önemi
artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere sahip olacağı
kaydedilmiştir. Orta Doğu’ da su önümüzdeki yıllarda artan biçimde stratejik
bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla birlikte su
kaynakları ve altyapılarının(Fırat ve Dicle ağırlıklı olarak kastediliyor)
uluslararası yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.[7]
TÜRKİYENİN
SU POLİTİKALARI
Türkiye’nin
1965 yılında Keban Barajı’nın inşaatına başlamasıyla beraber Fırat-Dicle
havzasında aşağı kıyıdaş konumunda olan Suriye ve Irak’tan tepkiler yükselmeye
başlamıştı. Yukarıda yüzeysel bir şekilde bahsetmiş olduğum gıda güvenliği
tehdidine karşı gayet makul sayılabilecek tepkilerdi bunlar. Çünkü bölge
ülkeleri zaten su sıkıntısı çeken ülkeler olarak göze çarpmaktadır. Bu ve bunun
gibi( yukarıda bahsedilen nüfus artışı, yanlış kullanım vs.) faktörlerden
dolayı gıda güvenliği tehlikeye giriyordu. Su konusunda bölgemizi ve Türkiye’yi
konuşacaksak eğer, bölgemiz kişi başına düşen su bakımından dünyada en az suyun
düştüğü bölgedir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerine göre iyi durumda olan
ülkeler Türkiye, Irak ve Lübnan’dır. Genel anlamda baktığımızda, Irak işgal
edilmiş durumdadır, Lübnan ise İsrail’in her an yukarı doğru çıkıp Litani
nehrini topraklarına katacak şekilde bir hareket yapabilme olasılığının
sıkıntısı içindedir. Türkiye bölücü terör örgütü sorunu yaşamaktadır. Bölücü
terör örgütünün faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönemi incelediğimizde, 1980’lerde
Atatürk Barajının yapıldığı tarihte terör örgütünün faaliyete geçtiğini
görmekteyiz. Bu durum bir tesadüf değildir. Terör örgütünün faaliyeti o zaman
ki Suriye hükümeti tarafından, Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esat tarafından
desteklenmiştir.[8]
Atatürk barajı’nın inşasının bitirilerek dolumunun ve GAP’ın devreye girmeye
başlamasıyla birlikte, 1990’larda söz konusu tepkiler doruk noktaya ulaşmıştır.
Öyle ki; Suriye PKK terör örgütüne açıktan olmasa da gizliden gizliye desteğini
sürdürmüştür. Öcalan Şam’ da konaklamakta ve PKK terör örgütleri Suriye topraklarında
eğitilmekteydi. Bunun elbette ki birkaç nedeni vardı, ama başlıca ve en önemli
olanı GAP; eğer ki faaliyete geçerse Suriye’nin su alamama korkusu vardı ve bu
öyle hafife alınacak bir konu değildi. Suriye Türkiye’nin başına terör örgütünü
bela ederek bu projeden vazgeçirmeye çalıştı. Türkiye ise bu dönemi büyük bir
başarı ile yürüttü. Gerek finansal, gerekse inşaat faaliyetlerini sürdürdü. Ama
bunu yaparken Türkiye dışarıya şu mesajları da verdi. Su tutma safhasına
gelindiğinde de göreceksiniz biz size sıkıntı yaratmayacağız. Ayrıca, biz iyi
niyetimizi ortaya koymak için size birkaç öneride bulunalım. Üç aşamalı olarak,
su envanterini yapalım, toprak envanterini yapalım ve uygun bitki dizaynını
çizelim ve bu topraklarda Suriye, Irak ve Türkiye’de sudan toplu olarak
faydalanılacak bir ortam hazırlayalım. Bu maalesef hem Suriye hem Irak
tarafından kabul edilmedi. Bunun dışında Özal’ın barış projesi olarak da anılan
Akdeniz’den akan Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin tutularak bu suyu bir doğu
hattından ya da batı hattından Ortadoğu’ya taşıyama fikri de sunulmuştur.[9]
Açıkça görülmektedir ki, Türkiye bu süreçte gayet makul ve mantıklı bir proje
yürütmeye çalışmıştır. Bu kapsamda yürütülmeye çalışılan her türlü projede
ortak bir hareket etme kaabiliyeti ne yazık ki sağlanamamıştır.
TÜRKİYE’NİN
SU POTANSİYELİ
Türkiye
halk nezdinde her ne kadar su zengini bir ülke olarak kabul edilse bile durum
tam tersine bir durumdadır. Falkenmark 1989 yılında oldukça elverişli bir
indeks çıkartarak su sorunu çeken ülkeleri ele almıştır ve vardığı sonuçta:
-kişi
başına düşen su miktarının 1700 m3 ‘ ten fazla olan ülkeleri su sorunu olmayan
ülkeler
-kişi
başına düşen su miktarının 1000-1700 m3 arasında oynadığı ülkeleri su sıkıntısı
olan ülkeler
-kişi
başına düşen su miktarının 500-1000 m3 arasında oynadığı ülkeleri su kıtlığında
olan ülkeler
-kişi
başına düşen su miktarının 0-500 m3 arasında oynadığı ülkeleri ise mutlak su
kıtılığı olan ülkeler olarak nitelendirmektedir. Türkiye ise bu durumda su
sıkıntısı çeken ülkeler kategorisine girmektedir.
Günümüz
şartlarında Türkiye’de 95 milyar m3 olan yüzey suyu potansiyelinin %29’una
tekabül eden 27.5 milyar m3’ünden yararlanılmaktadır. Bu suyun sektörel
paylaşımında %74 ile tarım ilk sırayı çekerken, %15 ile evsel kullanım ikinci
ve %11 ile de endüstri sektörü üçüncü sırada yer almaktadır. Burada gözden
kaçırılmaması gereken bir başka nokta ise suyun sektörel dağılım yapısının
gelişmekte olan ülkeler ile benzerlik atfetmesidir.
Türkiye’de
toplam 26 su havzası yer almaktadır. Bunlar Meriç-Ergene, Marmara-Susurluk,
Kuzey Ege, Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes, Batı Akdeniz, Antalya, Burdur
Gölü, Akarçay, Sakarya, Batı Karadeniz, Yeşilırmak, Kızılırmak, Konya, Doğu
Karadeniz, Seyhan, Asi, Ceyhan, Fırat, Dicle, Doğu Karadeniz, Çoruh, Aras ve
Van’dır. Bunlardan altı tanesi sınıraşan ve sınır oluşturan nehir
kapsamındadır. Havzalar değerlendirilirken taşıdıkları su potansiyelinin
yanında çevresinde yerleşmiş bulunan insan sayısının da çok önemi vardır. Zira
çok az su potansiyeline sahip bir nehir su zengini çok fazla su taşıyan bir
nehir ise su zengini bir ülke olabilmektedir. Türkiye’deki havzalar taşıdıkları
su potansiyeline göre incelendiğinde: [10]
Marmara, Küçük Menderes ve Asi havzalarının su bakımından fakir, Sakarya,
Yeşilırmak, Kızılırmak, Meriç, Gediz, Akarçay, ve Konya havzalarının fakirlik sınırına
yakın ve diğerlerinin de kısmen zengin olduğu görülmektedir.
Türkiye’nin
26 havzası içinde yer alan Van Gölü, Tuz Gölü, Eğirdir Gölü, Hazar, Ilgın,
Beyşehir, Manyas, İznik, Simav, Ulubat, Burdur ve Nemrut gölleri doğal göller
olmakta ve diğerleri de yapay göller olarak kabul görmektedir. Tüm bunların
yanı sıra sayıca fazla olarak kabul edilebilecek olan göllerin yanlış kullanım
ve atık sorunu nedenleriyle giderek etkinliğini kaybetmekte ve 1987 ile 2005
yılları arasında bile kapladıkları alan bakımında 1/3 oranında azalmıştır.
TÜRKİYE
DÜNYA SU KRİZİNİN NERESİNDE?
Dünya’da
ve Türkiye’de fiziksel varlığı göz ardı edilmeyecek boyutlara varmış ve gün
geçtikçe daha da göze çarpar bir hale gelmiş olan su sorunu yaşanmaktadır.
Ancak bu her ülkede aynı oranlarda olmamakla birlikte yaşanan su krizleri benzer
bir boyut kazanmaya başlamıştır.
Bolivya
Cochabamba’da su kaynaklarına ‘temiz ve erişimi kolay su sağlama’ vaadiyle el
konulan insanların hikayesi ile Güney
Afrika Johannesburg’ta şebeke suyu hizmetlerinde öde-kullan(paran kadar kullan)
sistemine geçirilen insanların hikayesinin çıkış noktaları aynıdır. Brezilya’da
yerli ve yabancı sermaye işbirliğinde, ormanlar ve geleneksel insan
toplulukları ortadan kaldırılarak yapılan ‘yeşil enerji’ kaynağı biyo-yakıt
tarımı sanal su yoğunluğu yüksek bu bitki türü su kaynaklarını hızla
tüketmektedir.- da benzer bir noktadan çıkmıştır. Suyun yanlış kullanımının
sonucu olarak Aral Gölünün yüzde 80 oranında küçüldüğünü, gölün küçülmesiyle
birlikte sudaki tuz oranının arttığını, tuzlanmadan dolayı birçok balık
türlerinin neslinin tükendiğini ve rüzgârla dağılan tuzun tarım alanlarını
kullanılamaz hale getirdiğini anlatan Prof. Dr. Sencer İmer, yok olmanın
eşiğinde olan Aral Gölünün kurtarılmasına yönelik çalışmaların acilen
uygulanması gerektiğini vurgular. Bunun için bölge halkının en önemli geçim
kaynağı olan pamuk yetiştiriciliğinin yerine daha az su ihtiyacı olan
alternatif ürünlerin ekilebileceğini söyleyen Prof. Dr. Sencer İmer, Aral
Gölünün su kapasitesinin artmasıyla birlikte tuz oranının düşürülebileceğinin
ve böylelikle toprağın verimliliğini azaltan tuza karşı önlem alınabileceğinin
altını çizdi.[11]
Dünyanın çeşitli yerlerinde benzer şekillerde başlayan ve gelişen bu insan-doğa
ilişkilenme biçiminin Türkiye’deki uygulamaları da bahsi geçen ülkeleri
aratmayacak kadar olumsuz etkiler yaratmaktadır. Ne yazık ki, önümüzde bu kadar
olumsuz örnek varken Türkiye su politikaları konusunda aynı hatalara düşmeyi
göze almış ve almaya devam etmektedir. Mesela HES’ler özünde mantıklı bir proje
olmakla birlikte yanlış uygulama alanlarında uygulandığında doğayı tahrip eden
bir canavar haline dönüşmektedir.
Türkiye
uluslararası arenada bile su fakiri kabul edilen Orta Doğu ülkeleriyle
karşılaştırıldığında bile su zengini olamayacak bir ülke olarak göze
çarpmaktadır. Nitekim gelecek yıllardaki nüfus artışları da göz önüne alındığında
Türkiye’nin su politikalarını mantıklı bir şekilde yürüterek milli benliğinden
vazgeçmemesi lazım gelmektedir. Milli Güvenlik Kurulu(MGK) 2023 Su Stratejisi
toplantısında ele alınan konu başlıkları bu tezi savunur niteliktedir.
Gelecekte Orta Doğu’da suyun petrolden daha öncelikli bir savaş nedeni
olacağına vurgu yapılan toplantıda, Türkiye’nin 2040 yılında Suriye ve Irak
gibi şiddetli su kıtlığı sorunu yaşayacak ülkelerin hedefi haline geleceği
vurgulanmıştır. Bu güvenlik sorunuyla başa çıkabilmek için Fırat-Dicle
Havzasının önemli derecede verimli kullanılması gerekliliği öne çıkarılmış ve
olabildiğince çok baraj ve HES yapılması gerekliliği vurgulanmıştır. Bu havzada
tamamlanmış olan Yusufeli ve inşası devam etmekte olan Ilısu barajları örneklerinde
yaşanan uluslararası baskının benzerlerini yaşamamak için, Türkiye’nin bir an
önce bu havza üzerinde etkin çalışmalar yapması tavsiye edilmiştir. Veysel
Eroğlu buraya yapılacak olan barajlarla birlikte PKK terör örgütünün
konuşlandığı yerler su altında kalır ve güzergahları istenildiği taktirde su
altında bırakılabilir sözleri de, yapılması muhtemel çalışmaların ülke
savunmasına da önemini vurgular niteliktedir. Tüm bu gelişmeler nezdinde
Türkiye’nin tüm olumsuzları göz ardı ederek Fırat-Dicle Havzasını etkin
kullanması gerekmektedir.
TÜRKİYE’DE
SU KAYNAKLARI YÖNETİMİ
Türkiye’nin
su kaynakları yönetimi esasen 1954 yılında kurulmuş olan Devlet Su İşleri(DSİ)
ile başlamıştır. Ülkede mevcut olan tüm su kaynaklarının planlanması,
geliştirilmesi ve denetlenmesinde birinci derecede sorumlu olan bu organ hala
varlığını sürdürmektedir. DSİ, ABD’de 1933’de geliştirilen bir hidrolik
paradigma(suyun sadece hidrolik boyutuyla değerlendirilmesi) modeli olan
Tenesse Valley Authority(TVA) modelini benimsemiş ve Türkiye şartlarında
uygulamaya çalışmıştır. Ancak göz ardı edilen nokta şurası olmuştur ki, her
toplumun kendi kültürü ve sosyo-ekonomik yapısı farklıdır. Amerika Birleşik
Devletlerinde başarılı olan bir proje her yerde başarılı olur mantığı ile çıkılan
bu yolda bir çok yanlış yapılmış ve jeolojik yapılarla, halk desteği göz ardı
edilmiştir. Dönem Orman ve Su İşleri
Bakanı vermiş olduğu bir demeçte, Barajlar kralı olarak atfedilen Süleyman
Demirel döneminde yapılan barajların dört karını biz 4.5 sene de yaptık. Biz
unvan peşinde değiliz ancak halk kendisi karar versin, kral o mu, biz mi? Gibi
yaklaşımlarla ulusal güvenlik konusu haline gelmiş olan su politikaları
konusunda bile siyasi bir emel beslemektedirler. Yapılan bir çok HES ve
barajlarda halk desteği alınmadan hatta halkın bilgisi dışında hareket ederek
planlanmıştır. Hatta bu duruma karşı çıkanlara terörist damgası
yakıştırılmıştır.
Türkiye’deki
sosyal su sorunu sadece DSİ gibi merkezi devlet kurum ve kuruluşlarının
söylemleri ile açıklanamayacak kadar karmaşık bir meseledir. Su sorununun
önemli bir bölümü de, merkeziyetçilik ve yerelleşme ekseni etrafında devam eden
tartışmalarda tanımlanmaktadır. 1980’lere kadar yerel idari yapılar, hem
yönetsel hem de mali bakımdan merkeze bağlı oldukları için yerelden çok merkezi
anlayışın yerel ölçekteki temsilcileri olarak davranmışlardır. Bu
merkeziyetçiliğin daha da kemikleşip güçlenmesi sonucunu doğurmuştur.
1980’lerden itibaren belediyeler ‘sosyal belediyecilik’ adı altında bir dizi
yapısal değişiklikler yapmıştır. Böylece merkezin ‘mutlak hakimiyeti’ yavaş
yavaş zayıflamaya başlamıştır. Yerel yönetimler konusu, Türkiye’nin gündemine
1985 yılı Yerel Yönetimler Evrensel Bildirgesi ile girmiştir.
TÜRKİYE’DE
SU ALGISI: GÜVENLİK İÇİN SU YA DA EKONOMİ İÇİN SU
Tüm
bu gelişmeler kapsamında akla gelen bir diğer konu ise suyun kullanım alanı. Bu
konu da değişik görüşler mevcuttur. Mevcut su kullanımının amacı yenilenebilir
kaynak yaratmak için suyun kullanımı mı? Yoksa ekonomik gereksinimleri
karşılamak için suyun kullanımı mı? Ele alınan bu başlık aslında çok çetrefilli
bir başlık olmakla birlikte devlet bekası için son derece önemli bir konu
haline gelmiştir. Buraya kadar bahsi geçen her olay da suyun kullanım alanları
hem güvenlik hem de ekonomik boyutları iç içe geçirilmiştir. Aslında bir
birinden son derece farklı konular olmakla birlikte hep aynı düzlemde
görülmektedir. Şöyle ki, bugüne kadar GAP projesinin sürekli faydalarında söz
edildi. Ama şu noktası göz ardı edildi ki, mevcut tarım alanlarının sulanmasıyla
birlikte yeraltına geçen su büyük oranda tuzlanmış vaziyette indi suyun altına
ve böylece mevcut yer altı suları da tuzlanmış bir hal aldı. Yer altı sularının
kullanım şartları böylece değişti. Diğer bir açıdan bakıldığında ise GAP’la
birlikte ekonomik faaliyetler bölge halkına artı iş istihdamı ve bölgesel ve
toplu göçleri engeller bir pozisyon aldı. İşte tüm bu yapılar göz önüne
alındığında suyun kullanım alanı farklılıklar arz etmektedir.
Suyun
kullanımı son derece karmaşık bir yapı oluşturduğu için kullanım alanı ne
olursa olsun milli güvenlik ve ekonomik faaliyetleri aksatmayacak şekilde
birlikte yürütülmelidir. Önümüzde Aral gölü örneği varken bu durumun farkına
varılmalıdır.
SONUÇ
Günümüzde
suyun önemi artık high-politics* seviyesine çıktığı aşikardır. Suyun
yenilenebilir bir kaynak olarak sunulamaması ve ulusal seviyeden daha çok
uluslararası literatürde çalışma alanı bulması ve benzeri nedenlerden dolayı
suyun önemi giderek artmakta ve artmaya da devam edecek gibi gözükmektedir.
Suyun dış politika hedeflerinin saptanmasında en önemili belirleyicilerden biri
olmasının ve güvenlik sorunları kapsamında değerlendirilmesinin başlıca nedeni
ülkelerin doğal kaynaklarını mümkün olan en üst seviyede kontrol altında
tutabilme kaygısı ve bu kadar önemli bir doğal kaynak konusunda başka bir
ülkeye bağımlı olmama veya bağımlılığını en az düzeyde tutabilme isteğidir.[12]
Dünyamızda
son derece kıt olan su kaynakları özellikle Orta Doğu gibi kurak bölgelerde
çeşitli gerilim ve anlaşmazlıkların çıkmasına yol açmaktadır. Türkiye de bir
bölge ülkesi olarak tatlı su kaynaklarından çıkan su sorunlarından nasibini
almaktadır. Çünkü Orta Doğu bölgesinde toplamda 5 sınıraşan su bulunmakta ve
bunların 3’ü ile Türkiye doğrudan temas halindedir. Doksanlı yıllara kadar çıkan
su bunalımları daha çok dış faktörlerin etkisi altındayken soğuk savaşın bitimi
ile beraber, bu sorunlar daha çok bölgesel güvenlik algıları dahilinde analiz
edilmeye çalışıldı. Türkiye’nin ulusal güvenlik algılamalarında sınıraşan sular
sorunu özellikle iki açıdan çok önemlidir.
·
GAP’a Suriye ve Irak’ ın tepkisi
·
Suriye’nin PKK’ ya verdiği destek
Suriye
ve Irak’ın GAP’a gösterdikleri tepkilere bakıldığında, bu ülkelerin GAP’ı
saldırgan ve duyarsız bir proje olarak nitelendirdikleri görülmektedir. GAP’ın
tamamlanmasıyla birlikte Türkiye’nin modern tarım yapmak amacıyla Dicle ve
Fırat sularını Güney Doğu Anadolu bölgesine aktaracağını, dolayısıyla bu
ülkelere verdiği sözlerin ve yapılan angajmanların askıya alınacağını
düşünmektedirler. Bu yüzden GAP, bu ülkeler nezdinde potansiyel bir tehdit
algılamalarına yol açmıştır. Türkiye ise verilen sözler ve yapılan angajmanlar
konusunda, suyun paylaşımının değil, tahsisinin söz konusu olduğunu
belirtmiştir. Çünkü, Dicle ve Fırat nehirlerinin Türkiye’de akan kısmının
Türkiye’nin mutlak hükümranlığında olduğunu, dolayısı ile hiçbir ülkenin
Türkiye sularını ne yapması gerektiğini söyleyemeyeceğini en yetkin ağızlardan
defalarca dile getirmiş ve böylece sınıraşan suların kendisi için bir
hükümranlık dolayısı ile güvenlik sorunu olduğunu dile getirmiştir. Ancak, su
kaynaklarına sahip olmanın verdiği güçle bölgede etkin bir rol arayışı içinde
olan Türkiye, sınıraşan sular üzerindeki hükümranlık haklarını pazarlık konusu
etmeden, Orta Doğu barış sürecine
katkıda bulunmak amacıyla Manavgat, Seyhan ve Ceyhan nehirlerinden bölge
ülkelerine su pazarlayabileceğini belirtmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken
konu, Türkiye Dicle ve Fırat üzerindeki haklarını pazarlık konusu yapmadan,
diğer nehirler üzerinden ekonomik kazanım elde etmek yoluyla, Dicle ve Fırat
nehirlerini kendisine saklamaktadır.
Sonuç
olarak Türkiye su politikalarını yürütürken sağduyulu bir politika izlemekle
beraber, spill-over effect kavramını gözden kaçırmaktadır. Bir ara gündeme
gelen komşularla sıfır sorun politikasına yüz çevirerek, tüm komşu
ülkelerimizle sorunlu hale gelmiş olup, su politikalarımızı zora sokmuş
vaziyetteyiz. Bu politikalardan vazgeçerek tekrar barışçı bir döneme
girilmediği takdir de, Türkiye’yi daha çok bölgesel su temelli politik sıkıntılar
beklemektedir.
Günümüzde
su meseleleri, bölgesel çatışmalar açısından daha sık dile getirilmekteyken
bölgesel bir su stratejisi geliştirme gereği, ülkeleri bölgesel bir barışa
doğru itebilir. Bu yüzden, bölge ülkeleri su meselelerini halletmek için
bölgesel bir politika yürütmek zorundadırlar. Bu zorunluluk aslında 1990’ların
başında oluşma safhasını tamamlamış olup giderek önem kazanmaktadır. Ayrıca su
kaynaklarınına kıyıdaş ülkelerin mutlak işbirliğine giderek gereksinimlerini ve
kaynaklarını belirlemeleri ve buna göre düzenleme yoluna gitmeleri
gerekmektedir. Bu yüzden gerek Türkiye’nin gerekse Irak ve Suriye’nin suyu en
verimli şekilde kullanma yöntemlerini belirlemek için alt yapı çalışmaları
geliştirmeleri elzemdir. Sorun bölgesel bir çatışmadan kaçınma amacı olarak
saptanmalıdır. Ve bunu iki temele oturtmaları gerekmektedir: bir yandan su arzının
artırılması diğer yandan da su talebini sınırlamaya çalışmak. Su arzını
arttırmaya yönelik yöntemlerden en ekonomik olanı başka ülkelerden su ithal etmektir.
Türkiye tarafından önerilen Barış Suyu ve Manavgat Çayı projesi, hem ekonomik
hem de stratejik açıdan çok önemli projelerdir. Fakat Barış suyu projesi
ülkelerin birbirlerine olan güvensizliklerinin ve Türkiye’nin kritik su
kaynaklarının kullanım ortaklığını istememesi sonucu rafa kaldırılmıştır. Bu
boru hatlarının yalnızca Türkiye’nin değil, üzerinden geçtiği her ülkenin
denetiminde olacağından dolayı sabotaja açık bir hal alacaktır. Eğer ki;
ileride bu su projeleri tekrar gündeme gelecek olursa ki gelmelidir, memba
ülkesi olarak Türkiye’nin ağırlığını hissettirmesi gerekmektedir.
Türkiye
hızla gelişen bir ülkedir. Nüfus, tarım ve sanayideki gelişmeler arttıkça, su
ihtiyacı da artacaktır. Bu sebeplerle su ihtiyacı hesaplamaları bugüne göre
değil, 50-60 yıl sonrasına göre yapılmalıdır. Su savaşları gibi olasılıkları da
bir an önce gidermelidir. Bu gibi önlemler sadece ve öncelikle Türkiye
tarafından alınmalı ve her türlü senaryoya hazırlıklı olunmalıdır.
KAYNAKÇA
DURMAZUÇAR V., Ortadoğu’da Suyun
Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık,İstanbul, 2002
AVCI, İ. Ve B. YANIK,
Sınıraşan ve sınır Oluşturan Su Kaynaklarımız, Su kongresi ve Sergisi,
İstanbul, 1997
ADAMS, M.,Water Security
Policy: The Case of Turkey, Near East South Asia Center for Stratejik
Studies(NESA), Washington DC: National Defence University, 2002
AVCI İlhan, Ortadoğu ve Su
Sorunu, Cumhuriyet,14.01.1996
BAĞIŞ Ali İhsan, Turkey’s
Hydropolities of the Euphrates- Tigris Basin, İnternational Journal of Water
Resorces Development, 1997
CINAR T., NEOLİBERAL SU
POLİTİKALARI DOĞRULTUSUNDA, İller Bankası, 2007
[1] T.
CINAR, NEOLİBERAL SU POLİTİKALARI
DOĞRULTUSUNDA, S.1
[2] Muhammad
Mizanur Rahaman ve Olli Varis, “Integrated Water Resources Management:
Evolution,
Prospects and Future Challenges”, Sustainability:
Science, Practice, & Policy, Cilt 1, No. 1, 12 Nisan 2005, ss. 15-21.
[3] Alman
Teknik İşbirliği (GTZ) Kurumunun resmi yayın organı Development and Cooperation
isimli dergide
yayınlanan kapsamlı bir mülakatta Uganda ve Afrika
kıtasındaki sorunlara değinilmektedir. Adı geçen
dergide; Uganda Su ve Kanalizasyon İdaresinin, Afrika
kıtasındaki diğer ülkelere örnek olacak çalışmalar
yürüttüğünün altı çizilmektedir.“Piped Water is a
Convenience”, Development and Cooperation, Cilt 35,
No.1, Ocak 2008,
http://www.inwent.org/ez/articles/063441/index.en.shtml, ss. 23-28.
[4]
www.mfa.gov.tr
[6] *
olmazsa olmaz
[7] AB
Komisyonu, Etki Değerlendirme Çalışması, 2004, s.9
[8]http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/uzmangorusugoster.aspx?ID=281
[10] TÜSİAD
2008a
[12]Kaynak
Acar, Stratejik açıdan su sorunu, strateji, no95/3 s. 136-7
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder