24 Temmuz 2014 Perşembe

Türkiye'nin Su Sorunları

 Türkiye'nin Su Sorunları




Su, canlıların yaşamları ve diğer gereksinimleri için ihtiyaç duydukları temel besin maddesidir. Suyun ekonomideki rolü canlıların var olmasındaki rolü  kadar önemi haizdir. Dünya’da ve özellikle bölgemizde kişi başına düşen su miktarının hızla azalması, sınır aşan suları, gerginliklerin ve uluslararası ilişkilerin merkezine taşımış bulunmaktadır. Türkiye ve özellikle Ortadoğu ülkeleri için suya olan ihtiyaç azami seviyededir ve bu ihtiyacın şiddeti gelecekte daha da artacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti bir takım projeler üreterek var olan su kaynaklarını daha verimli kullanmak, gelecekte yaşanması muhtemel su sıkıntısına yönelik önlemler almak ve bölge ülkelerine su ile barış götürmek istemektedir. Bu bağlamda ortaya konan Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), temelde Güneydoğu Anadolu  Bölgesi’ni kalkındırmayı ve ülke ekonomisine katkıda bulunmayı buna ek olarak Ortadoğu ülkelerinin su sıkıntısını önemli ölçüde gidermeyi amaçlamaktadır.
Dünyadaki toplam su miktarı 1.4 milyar m3’ tür. Bu suların %97.5’i okyanuslarda ve denizlerde tuzlu su olarak, %2.5’i ise nehir ve göllerde tatlı su olarak bulunmaktadır. Bu kadar kısıtlı olan tatlı su kaynakların ise %90’ı kutuplarda ve yer altında bulunmaktadır. Tüm bu koşullar göz önüne alındığında ise su uluslararası ilişkiler literatürde giderek önem kazanan bir yapıya bürünmüştür. Son zamanlarda, çevre başlığı adı altında inceleme alanı bulan Su Politikaları ayrı bir başlık olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani giderek önem kazanan bir pozisyon halini almaya başlamıştır.
Bu makalede su politikalarının komşu ülkeler nezdinde oluşturduğu siyasal baskılar üzerinde durulurken, yapılan karşılıklı veya çok uluslu antlaşmalarla karşılıklı yaptırımlar üzerine inceleme yapılacaktır. Özellikle Türkiye’nin jeopolitik konumu itibariyle içinde bulunduğu kargaşalı ortamda bu durumu aşmasının veya en azından sıkıntı yaratmamasının önüne nasıl geçileceği hakkında önerilere yer verilecektir. Son yıllarda artan terör sorunu nezdinde ele alınacak olan Türkiye-Suriye ilişkilerinde özellikle Atatürk Barajının yapılması neticesinde başlayan sıcak sürtüşmelerin neden ve sonuçları ele alınacaktır. Tüm bu değerlendirmeler neticesinde ise çözüm önerileri sunulacaktır.
KÜRESEL ÖLÇEKTE SU SORUNU
Su sorunu en genel tanımıyla rekabetçi piyasa ekonomisinin küreselleşmesi, ivme kazanan endüstri, tarım ve hizmet faaliyetleri, artan dünya nüfusu ve nüfusun giderek büyüyen oranda kentleşmesi ve gittikçe daha fazla su ve enerji tüketmeye dayalı yaşam biçimlerinin yaygınlaşması gibi insan faaliyetlerine bağlı değişimlerin dünyanın su kaynakları üzerinde doğrudan ya da dolaylı yarattığı baskıların bütünü olarak tanımlanmaktadır. Bu sosyal-ekonomik değişimler fiziksel değişimleri beraberinde getirmekte ve dünya su kaynakları hızla  tükenmekte ve kirlenmektedir. Ayrıca su kaynaklarının tükenmesi, suyun hem günümüz ile gelecek nesiller arasında hemde günümüz toplumları ve bireyleri arasında adaletsiz bir paylaşımın nesnesi olmasının önünü açmaktadır. 
Herkesin son derece yakından tanıdığı Birleşmiş Milletler (BM) su politikalarının küresel ölçekte dönüşümünü sağlayan önemli bir kurumdur. 1972 yılında Stockholm'de düzenlediği Çevre ve İnsan Konferansı'nda insanın hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamasının temel hak olduğu vurgulandı ve bu konferansta alınan bir kararla 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü ilan edildi. BM'in 1977 yılında yaptığı Mar del Plata Su Konferansı'nda ise içme suyuna erişimin bir insanlık hakkı olduğunun altı çizildi. Bu bağlamda gelişmekte olan ülkelerde sağlıklı suya erişimin sağlanması ve su kaynaklarının korunması çerçevesinde Türkiye'nin de aralarında bulunduğu pek çok ülkede 1980-1990 yılları arasında sektöre ilişkin yatırımlara öncelik ve hız verildi. Neo-liberal anlayış çerçevesinde suyun kamu hizmeti niteliğini ortadan kaldırarak, su yönetimini çokuluslu su şirketlerinin eline vermeamacı bulunan  küresel su politikaları özellikle 1990’lı yıllardan itibaren çok uluslu şirketlerin desteklediği küresel su platformlarında şekillenmeye başlamıştır.[1]
Dünyadaki toplam su miktarı 1.4 milyar km3 olmasının yanında kullanılabilen su miktarı sadece 35 milyon km3 tür.(UNEP 2007) Bu miktar mevcut su yapısının kırkta birine tekabül etmektedir. Su sektöründe özelleştirmeye karşı olan görüş, suyun bir kamu malı ve sağlıklı  suya kavuşmanın temel bir insan hakkı olduğundan hareketle, diğer ticarete  konu olan mallardan farklı nitelikler taşıdığını savunmaktadır. “Su tarifelerine”, suyun temini ve arıtılması gibi alt-yapı yatırım maliyeti ile işletme-bakım giderleri dışında, su hizmeti sunanlar tarafından ticari amaçlarla “kâr” unsurunun eklenmesinin, toplumun fakir kesimlerinin suya ulaşımını güçleştireceği vurgulanmaktadır.  Nitekim su yenilenebilir bir kaynak olmadığı için bu konunun istikrarlı ve kararlı bir şekilde ele alınması gerekmektedir. Bu çerçevede dünya ülkelerinin su kaynakları ve kişi başına düşen su miktarına göre kategorize edilmesi gündeme gelmiştir. Fakir veya gelişmekte olan toplumlarda, fakir kesim gelirine oranla büyük miktarda su ücreti ödemektedir. Ancak bu yüksek bedel ilk bakışta açıkça görülmemektedir. Kentsel nüfusun tamamı su bedeli ödemekte ve fakir kesimler için bu bedeli ödemek dışında bir seçenek bulunmamakta ve yıllık gelirlerinin yüzde 5’i ile yüzde 10’nu arasında bir ödeme yapmaktadırlar. Gelişmiş ülkeler ile karşılaştırma yapıldığında bu ülkelerde orta gelir grubunun altındaki fakir kesimler için aynı oran yüzde 1 ile yüzde 3 arasında değişmektedir. Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü/Organisation for Economic Co-operation and  Development (EKİÖ/OECD) ülkelerinde su için ödenen bedel hane halkının  yıllık gelirinin ancak yüzde 1’ine karşıttır. Nijerya’nın Onitsha bölgesinde ise  bu oran yıllık gelirin yüzde 18’ine ulaşmaktadır.[2]
3. NEO-LİBERAL POLİTİKA SONUÇLARI
Özel sektörün yatırım, işletme ve bakım giderleri karşılığında bir getiri (kâr)  beklemesi doğaldır. Ancak gelişmemiş ekonomilerde toplumun geniş kesimleri o kadar fakirdir ki; makul ölçütler içindeki su tarifelerini bile ödemeleri mümkün olmayabilir. Belirtilen durum özel sektör için çekici bir ortam olmayıp, ticari riskleri büyük ölçüde artırmaktadır.
Afrika kıtasında özelikle Sahra-altı bölgedeki kent nüfusu çok fakir olup, bu  kentlerin önemli bir bölümünde projelere dayalı içme suyu temini ve kanalizasyon sistemleri bulunmamaktadır. Tanzanya’daki Dar es Salam gibi bazı büyük kentlerde şebeke tesislerinin işletme ve bakım hizmetleri ile yenileme çalışmaları, mali kaynak yetersizliği nedeniyle 30 yıldır yapılamamaktadır.
Uganda Ulusal Su ve Kanalizasyon İdaresi Başkanı William Muhairwe’nin, “Özelleştirme bir seçenek olarak düşünülmüyor mu?” sorusuna verdiği cevaplardan bir bölüm; aşağıda aynen aktarılmaktadır:[3]
…Kampala’da 1997–2004 yılları arasında iki yabancı özel firma ile tecrübe yaşadık. Bu firmalar sistemin bakımı, su kullanımlarının ölçümlenmesi, su ücretlerinin toplanması ve kaçak kullanımların azaltılmasından sorumluydu. Alman firma başarılı olamadı ve sözleşmesi bittiğinde yenilenmedi. Fransız ONDEO  Şirketi, 2002-2004 yılları arasında hizmet verdi. Ancak özelleştirmeye gerek  olmadığına kendileri karar verdi ve bu firmanın uzmanlarından birisi bana,  “Kanaatimce bizim tecrübemize ihtiyacınız yok ve şayet paraya ihtiyacınız varsa  bankaya gidebilirsiniz, bizler banker değiliz” şeklinde beyanda bulundu. Yatırım  için para vermeye istekli değildiler… Gerçekte talepleri, yönetim ücretlerinin iki  katına çıkarılmasıydı. Ancak bu isteklerinin karşılanması mümkün değildi. Hü- kümeti ve yardım kuruluşlarını bilgilendirdik ve bize özgü bir modeli denemek istediğimizi belirterek destek sözü aldık… İşletme hizmetlerini özel sektöre verebilirsiniz ancak altyapı hizmetlerinde çok dikkatli olmalısınız. Eskiyen boruları değiştirmeniz gerekiyor. Özel işletmecinin bunu gerçekleştirmek için elinde su tarifelerini artırmak dışında bir seçeneği yok. Birçok durumda vatandaşların sosyoekonomik durumu tarife düzenlemelerine imkân vermiyor ve bu husus özel sektörü ilgilendirmiyor. Sonuç olarak; su ulaştırmamız gereken toplum kesimleri bu  tarifeyi ödeyemiyor… Yabancı kökenli özel işletme şirketleri Afrika ve Asya’da dolaşıyor. Test edilmemiş ideolojiler ve görüşlerin peşinde koşamayız…
Sonuç olarak; içme suyu sektörünün özelleştirilmesi günümüzdeki ideolojik tartışmaların dışında ihtiyatla yaklaşılması gereken bir konudur. Su sektörünün özelleştirilmesi tartışmaların odağında yer almakta ise de, dünyadaki  nüfusun ancak yüzde 5’ine özel sektör eliyle su ulaştırılmaktadır. Toplumun;  suyun herkesin ortak olduğu, korunması için müşterek sorumluluk  taşıdığı  anlayışından kopması ve sıradan bir ticari meta niteliği taşıdığı anlayışına yönelmesi ciddi bir risk yaratabilir. Bu bağlamda düz ve basit bir mantıkla tamamen ekonomik verimlilik üzerine odaklanmış bir yaklaşım, sürdürülebilir kaynak kullanımı kavramı ile de çelişecektir.
TÜRKİYE SU KRİZİNİN NERESİNDE ?
Türkiye’de yıllık ortalama yağış 643 mm olup, yılda ortalama 501 milyar m3 suya tekabül etmektedir. Bu suyun 274 milyar m3’ü toprak ve su yüzeyleri ile bitkilerden olan buharlaşmalar yoluyla atmosfere geri dönmekte ve 69milyar m3’lük kısmı yer altı suyunu beslemekte, 158 milyar m3’lük kısmı ise akışa geçerek çeşitli büyüklükteki akarsular vasıtasıyla denizlere ve kapalı havzalardaki göllere boşalmaktadır. Yer altı suyunu besleyen 69 milyar m3’lük suyun 28 milyar m3’ü pınarlar vasıtasıyla yer üstü suyuna tekrar katılmaktadır. Ayrıca komşu ülkelerden ülkemize gelen yılda ortalama 7 milyar m3 su bulunmaktadır. Böylece ülkemizin brüt yer üstü su potansiyeli 193 milyar m3 olmaktadır.
Yer altı suyunu besleyen 41 milyar m3 de dikkate alındığında, ülkemizin toplam yenilenebilir su potansiyelinin brüt 324 milyar m3olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak günümüz teknik ve ekonomik şartları çerçevesinde, çeşitli amaçlara yönelik olarak tüketilebilecek yerüstü su potansiyeli yurt içindeki akarsulardan 95m3, komşu ülkelerden yurdumuza gelen akarsulardan 3 milyar m3 olmak üzere, yılda ortalama 98 milyar m3 olarak hesaplanmaktadır. 14 milyar m3 olarak hesaplanan yer altı suyu potansiyeli ile birlikte ülkemizin tüketilebilir yerüstü ve yer altı su potansiyeli yılda ortalama 112 milyar m3 olup, 44 milyar m3’ü kullanılmaktadır.
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) 2030 yılı için nüfusumuzun 100 milyon olacağını öngörmektedir. Bu durumda 2030 yılı için kişi başına düşen kullanılabilir su miktarının 1.120 m3/yıl civarında olacağı söylenebilir. Aşağıda daha detaylı bir şekilde incelenecek olan su sıkıntısı çekmeye aday olan Türkiye için ciddi bir tehdit olarak göze çarpan bir durum içöinde olduğumuz aşikardır. Ve bu çerçevede kapsamlı bir su politikası oluşturulması gerekmektedir. Mevcut büyüme hızı, su tüketim alışkanlıklarının değiştirilmesi gibi faktörlerin etkisi ile su kaynakları üzerinde olabilecek baskınları tahmin etmek mümkündür. Ayrıca bütün bu tahminler mevcut kaynakların 20 yıl sonrasına hiç tahrip edilmeden aktarılması durumunda söz konusu olabilmektedir. Bu sebeple Türkiye’nin gelecek nesillere sağlıklı ve yeterli su bırakabilmesi için kaynaklarını çok iyi koruyup, akılcıkullanması gerekmektedir.
Su konusu son yıllarda uluslararası gündemin üst sıralarında yer almaya başlamıştır. Suyun dünya kamuoyunun ilgisini artan bir biçimde çekmesinin başlıca nedenleri arasında nüfus artışı, hızlı şehirleşme ve sanayileşmenin yol açtığı su ihtiyacı ve iklim değişikliği yer almaktadır.[4] Tüm bu durumlar göz önüne alınarak su kaynakları politikamız, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısında önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir.[5]
Tüm bu endişeler göz önüne alındığında Türkiye’nin başlatmış olduğu projeler çok önem kazanmaktadır. Ve bu kapsamda yapılan en akılcı projelerden birisi olan GAP olduğu dikkatlerden kaçmamalıdır. Ancak bu durum iyi idare edilmediği zaman özellikle başta Irak ve Suriye olmak üzere tüm Orta Doğu ilkeleriyle ilişkiler gerginleşebilir. Öyle ki İsrail bile Türkiye-Suriye ilişkilerinde suyunöncelikli başlık olmasını istemekte ve mevcut olabilecek bir anlaşma neticesinde Golan Tepesinin mutlak hakimi pozisyonuna bürünecektir. Tüm bu ayrıntılar göz önüne alınıp akılcı bir çözüm yoluna gidilmelidir.
Uluslararası su hukuku henüz oluşturulma aşamasındadır. Su konusu bugüne kadar kabul edilen uluslararası sözleşmeler daha ziyade sınıraşan su kaynaklarının yönetimi ve korunmasına odaklanmıştır. Suyu tüm boyutlarıyla ele alan küresel ölçekte kabul gören uluslararası bir sözleşme bulunmamaktadır. Sınıraşan sular nedeniyle ortaya çıkan uyuşmazlıklardan bazıları
·         Lanoux Gölü( Fransa-İspanya)
·         Columbia Nehri(Uruguay- Arjantin)
·         İndus Nehri(Hindistan-Pakistan)
·         Colorado ve Tijuana Nehirleri (ABD-Meksika)
·         Çad Gölü ve Havzası (Kamerun- Çad- Nijer- Nijerya)
·         Nil Nehri( Mısır-Sudan)
Tek bir nehir halinde denize dökülen Fırat ve Dicle Nehirlerinin tek havza*[6] oluşturduğu genel kabul görmektedir. Genel olarak kabul gören anlayışa göre bu iki nehrin sularının kıyıdaş üç ülkeye yeteceği öngörülmektedir. Unutulmaması gereken bir husus olarak göze çarpan bir husus vardır ki devletlerin bekasını sağlayabilecek niteliktedir. Gıda güvenliği. Üç ülkede bunu öne sürerek GAP yapılaşmasını yorumlamaktadır. Bu tartışma ortamında Özal hükümeti son derece akılsız ve mantıksız bir çözüm önerisinde bulunmuş ve kabul görmüştür. Bu konulara aşağıda detaylı bir şekilde değinilecektir.
Fırat ve Dicle nehirleri sadece üç kıyıdaş ülke arasında bir mesele olmak çıkmış ve AB gündeminde girmiştir. Öyle ki AB Komisyonunun 6 Ekim 2004 tarihli Etki Değerlendirme Çalışmasında, Orta Doğu’da su sorununa gelecek yıllarda önemi artan bir konu olarak AB’nin gündeminde önemli bir yere sahip olacağı kaydedilmiştir. Orta Doğu’ da su önümüzdeki yıllarda artan biçimde stratejik bir konu haline gelecektir. Türkiye’nin AB’ye katılımıyla birlikte su kaynakları ve altyapılarının(Fırat ve Dicle ağırlıklı olarak kastediliyor) uluslararası yönetiminin AB için önemli bir mesele haline gelmesi beklenebilir.[7]
TÜRKİYENİN SU POLİTİKALARI
Türkiye’nin 1965 yılında Keban Barajı’nın inşaatına başlamasıyla beraber Fırat-Dicle havzasında aşağı kıyıdaş konumunda olan Suriye ve Irak’tan tepkiler yükselmeye başlamıştı. Yukarıda yüzeysel bir şekilde bahsetmiş olduğum gıda güvenliği tehdidine karşı gayet makul sayılabilecek tepkilerdi bunlar. Çünkü bölge ülkeleri zaten su sıkıntısı çeken ülkeler olarak göze çarpmaktadır. Bu ve bunun gibi( yukarıda bahsedilen nüfus artışı, yanlış kullanım vs.) faktörlerden dolayı gıda güvenliği tehlikeye giriyordu. Su konusunda bölgemizi ve Türkiye’yi konuşacaksak eğer, bölgemiz kişi başına düşen su bakımından dünyada en az suyun düştüğü bölgedir. Kuzey Afrika ve Ortadoğu bölgelerine göre iyi durumda olan ülkeler Türkiye, Irak ve Lübnan’dır. Genel anlamda baktığımızda, Irak işgal edilmiş durumdadır, Lübnan ise İsrail’in her an yukarı doğru çıkıp Litani nehrini topraklarına katacak şekilde bir hareket yapabilme olasılığının sıkıntısı içindedir. Türkiye bölücü terör örgütü sorunu yaşamaktadır. Bölücü terör örgütünün faaliyetlerinin yoğunlaştığı dönemi incelediğimizde, 1980’lerde Atatürk Barajının yapıldığı tarihte terör örgütünün faaliyete geçtiğini görmekteyiz. Bu durum bir tesadüf değildir. Terör örgütünün faaliyeti o zaman ki Suriye hükümeti tarafından, Suriye Cumhurbaşkanı Hafız Esat tarafından desteklenmiştir.[8] Atatürk barajı’nın inşasının bitirilerek dolumunun ve GAP’ın devreye girmeye başlamasıyla birlikte, 1990’larda söz konusu tepkiler doruk noktaya ulaşmıştır. Öyle ki; Suriye PKK terör örgütüne açıktan olmasa da gizliden gizliye desteğini sürdürmüştür. Öcalan Şam’ da konaklamakta ve PKK terör örgütleri Suriye topraklarında eğitilmekteydi. Bunun elbette ki birkaç nedeni vardı, ama başlıca ve en önemli olanı GAP; eğer ki faaliyete geçerse Suriye’nin su alamama korkusu vardı ve bu öyle hafife alınacak bir konu değildi. Suriye Türkiye’nin başına terör örgütünü bela ederek bu projeden vazgeçirmeye çalıştı. Türkiye ise bu dönemi büyük bir başarı ile yürüttü. Gerek finansal, gerekse inşaat faaliyetlerini sürdürdü. Ama bunu yaparken Türkiye dışarıya şu mesajları da verdi. Su tutma safhasına gelindiğinde de göreceksiniz biz size sıkıntı yaratmayacağız. Ayrıca, biz iyi niyetimizi ortaya koymak için size birkaç öneride bulunalım. Üç aşamalı olarak, su envanterini yapalım, toprak envanterini yapalım ve uygun bitki dizaynını çizelim ve bu topraklarda Suriye, Irak ve Türkiye’de sudan toplu olarak faydalanılacak bir ortam hazırlayalım. Bu maalesef hem Suriye hem Irak tarafından kabul edilmedi. Bunun dışında Özal’ın barış projesi olarak da anılan Akdeniz’den akan Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin tutularak bu suyu bir doğu hattından ya da batı hattından Ortadoğu’ya taşıyama fikri de sunulmuştur.[9] Açıkça görülmektedir ki, Türkiye bu süreçte gayet makul ve mantıklı bir proje yürütmeye çalışmıştır. Bu kapsamda yürütülmeye çalışılan her türlü projede ortak bir hareket etme kaabiliyeti ne yazık ki sağlanamamıştır.
TÜRKİYE’NİN SU POTANSİYELİ
Türkiye halk nezdinde her ne kadar su zengini bir ülke olarak kabul edilse bile durum tam tersine bir durumdadır. Falkenmark 1989 yılında oldukça elverişli bir indeks çıkartarak su sorunu çeken ülkeleri ele almıştır ve vardığı sonuçta:
-kişi başına düşen su miktarının 1700 m3 ‘ ten fazla olan ülkeleri su sorunu olmayan ülkeler
-kişi başına düşen su miktarının 1000-1700 m3 arasında oynadığı ülkeleri su sıkıntısı olan ülkeler
-kişi başına düşen su miktarının 500-1000 m3 arasında oynadığı ülkeleri su kıtlığında olan ülkeler
-kişi başına düşen su miktarının 0-500 m3 arasında oynadığı ülkeleri ise mutlak su kıtılığı olan ülkeler olarak nitelendirmektedir. Türkiye ise bu durumda su sıkıntısı çeken ülkeler kategorisine girmektedir.
Günümüz şartlarında Türkiye’de 95 milyar m3 olan yüzey suyu potansiyelinin %29’una tekabül eden 27.5 milyar m3’ünden yararlanılmaktadır. Bu suyun sektörel paylaşımında %74 ile tarım ilk sırayı çekerken, %15 ile evsel kullanım ikinci ve %11 ile de endüstri sektörü üçüncü sırada yer almaktadır. Burada gözden kaçırılmaması gereken bir başka nokta ise suyun sektörel dağılım yapısının gelişmekte olan ülkeler ile benzerlik atfetmesidir.
Türkiye’de toplam 26 su havzası yer almaktadır. Bunlar Meriç-Ergene, Marmara-Susurluk, Kuzey Ege, Gediz, Küçük Menderes, Büyük Menderes, Batı Akdeniz, Antalya, Burdur Gölü, Akarçay, Sakarya, Batı Karadeniz, Yeşilırmak, Kızılırmak, Konya, Doğu Karadeniz, Seyhan, Asi, Ceyhan, Fırat, Dicle, Doğu Karadeniz, Çoruh, Aras ve Van’dır. Bunlardan altı tanesi sınıraşan ve sınır oluşturan nehir kapsamındadır. Havzalar değerlendirilirken taşıdıkları su potansiyelinin yanında çevresinde yerleşmiş bulunan insan sayısının da çok önemi vardır. Zira çok az su potansiyeline sahip bir nehir su zengini çok fazla su taşıyan bir nehir ise su zengini bir ülke olabilmektedir. Türkiye’deki havzalar taşıdıkları su potansiyeline göre incelendiğinde: [10] Marmara, Küçük Menderes ve Asi havzalarının su bakımından fakir, Sakarya, Yeşilırmak, Kızılırmak, Meriç, Gediz, Akarçay, ve Konya havzalarının fakirlik sınırına yakın ve diğerlerinin de kısmen zengin olduğu görülmektedir.
Türkiye’nin 26 havzası içinde yer alan Van Gölü, Tuz Gölü, Eğirdir Gölü, Hazar, Ilgın, Beyşehir, Manyas, İznik, Simav, Ulubat, Burdur ve Nemrut gölleri doğal göller olmakta ve diğerleri de yapay göller olarak kabul görmektedir. Tüm bunların yanı sıra sayıca fazla olarak kabul edilebilecek olan göllerin yanlış kullanım ve atık sorunu nedenleriyle giderek etkinliğini kaybetmekte ve 1987 ile 2005 yılları arasında bile kapladıkları alan bakımında 1/3 oranında azalmıştır.
TÜRKİYE DÜNYA SU KRİZİNİN NERESİNDE?
Dünya’da ve Türkiye’de fiziksel varlığı göz ardı edilmeyecek boyutlara varmış ve gün geçtikçe daha da göze çarpar bir hale gelmiş olan su sorunu yaşanmaktadır. Ancak bu her ülkede aynı oranlarda olmamakla birlikte yaşanan su krizleri benzer bir boyut kazanmaya başlamıştır.
Bolivya Cochabamba’da su kaynaklarına ‘temiz ve erişimi kolay su sağlama’ vaadiyle el konulan insanların hikayesi ile  Güney Afrika Johannesburg’ta şebeke suyu hizmetlerinde öde-kullan(paran kadar kullan) sistemine geçirilen insanların hikayesinin çıkış noktaları aynıdır. Brezilya’da yerli ve yabancı sermaye işbirliğinde, ormanlar ve geleneksel insan toplulukları ortadan kaldırılarak yapılan ‘yeşil enerji’ kaynağı biyo-yakıt tarımı sanal su yoğunluğu yüksek bu bitki türü su kaynaklarını hızla tüketmektedir.- da benzer bir noktadan çıkmıştır. Suyun yanlış kullanımının sonucu olarak Aral Gölünün yüzde 80 oranında küçüldüğünü, gölün küçülmesiyle birlikte sudaki tuz oranının arttığını, tuzlanmadan dolayı birçok balık türlerinin neslinin tükendiğini ve rüzgârla dağılan tuzun tarım alanlarını kullanılamaz hale getirdiğini anlatan Prof. Dr. Sencer İmer, yok olmanın eşiğinde olan Aral Gölünün kurtarılmasına yönelik çalışmaların acilen uygulanması gerektiğini vurgular. Bunun için bölge halkının en önemli geçim kaynağı olan pamuk yetiştiriciliğinin yerine daha az su ihtiyacı olan alternatif ürünlerin ekilebileceğini söyleyen Prof. Dr. Sencer İmer, Aral Gölünün su kapasitesinin artmasıyla birlikte tuz oranının düşürülebileceğinin ve böylelikle toprağın verimliliğini azaltan tuza karşı önlem alınabileceğinin altını çizdi.[11] Dünyanın çeşitli yerlerinde benzer şekillerde başlayan ve gelişen bu insan-doğa ilişkilenme biçiminin Türkiye’deki uygulamaları da bahsi geçen ülkeleri aratmayacak kadar olumsuz etkiler yaratmaktadır. Ne yazık ki, önümüzde bu kadar olumsuz örnek varken Türkiye su politikaları konusunda aynı hatalara düşmeyi göze almış ve almaya devam etmektedir. Mesela HES’ler özünde mantıklı bir proje olmakla birlikte yanlış uygulama alanlarında uygulandığında doğayı tahrip eden bir canavar haline dönüşmektedir.
Türkiye uluslararası arenada bile su fakiri kabul edilen Orta Doğu ülkeleriyle karşılaştırıldığında bile su zengini olamayacak bir ülke olarak göze çarpmaktadır. Nitekim gelecek yıllardaki nüfus artışları da göz önüne alındığında Türkiye’nin su politikalarını mantıklı bir şekilde yürüterek milli benliğinden vazgeçmemesi lazım gelmektedir. Milli Güvenlik Kurulu(MGK) 2023 Su Stratejisi toplantısında ele alınan konu başlıkları bu tezi savunur niteliktedir. Gelecekte Orta Doğu’da suyun petrolden daha öncelikli bir savaş nedeni olacağına vurgu yapılan toplantıda, Türkiye’nin 2040 yılında Suriye ve Irak gibi şiddetli su kıtlığı sorunu yaşayacak ülkelerin hedefi haline geleceği vurgulanmıştır. Bu güvenlik sorunuyla başa çıkabilmek için Fırat-Dicle Havzasının önemli derecede verimli kullanılması gerekliliği öne çıkarılmış ve olabildiğince çok baraj ve HES yapılması gerekliliği vurgulanmıştır. Bu havzada tamamlanmış olan Yusufeli ve inşası devam etmekte olan Ilısu barajları örneklerinde yaşanan uluslararası baskının benzerlerini yaşamamak için, Türkiye’nin bir an önce bu havza üzerinde etkin çalışmalar yapması tavsiye edilmiştir. Veysel Eroğlu buraya yapılacak olan barajlarla birlikte PKK terör örgütünün konuşlandığı yerler su altında kalır ve güzergahları istenildiği taktirde su altında bırakılabilir sözleri de, yapılması muhtemel çalışmaların ülke savunmasına da önemini vurgular niteliktedir. Tüm bu gelişmeler nezdinde Türkiye’nin tüm olumsuzları göz ardı ederek Fırat-Dicle Havzasını etkin kullanması gerekmektedir.
TÜRKİYE’DE SU KAYNAKLARI YÖNETİMİ
Türkiye’nin su kaynakları yönetimi esasen 1954 yılında kurulmuş olan Devlet Su İşleri(DSİ) ile başlamıştır. Ülkede mevcut olan tüm su kaynaklarının planlanması, geliştirilmesi ve denetlenmesinde birinci derecede sorumlu olan bu organ hala varlığını sürdürmektedir. DSİ, ABD’de 1933’de geliştirilen bir hidrolik paradigma(suyun sadece hidrolik boyutuyla değerlendirilmesi) modeli olan Tenesse Valley Authority(TVA) modelini benimsemiş ve Türkiye şartlarında uygulamaya çalışmıştır. Ancak göz ardı edilen nokta şurası olmuştur ki, her toplumun kendi kültürü ve sosyo-ekonomik yapısı farklıdır. Amerika Birleşik Devletlerinde başarılı olan bir proje her yerde başarılı olur mantığı ile çıkılan bu yolda bir çok yanlış yapılmış ve jeolojik yapılarla, halk desteği göz ardı edilmiştir.  Dönem Orman ve Su İşleri Bakanı vermiş olduğu bir demeçte, Barajlar kralı olarak atfedilen Süleyman Demirel döneminde yapılan barajların dört karını biz 4.5 sene de yaptık. Biz unvan peşinde değiliz ancak halk kendisi karar versin, kral o mu, biz mi? Gibi yaklaşımlarla ulusal güvenlik konusu haline gelmiş olan su politikaları konusunda bile siyasi bir emel beslemektedirler. Yapılan bir çok HES ve barajlarda halk desteği alınmadan hatta halkın bilgisi dışında hareket ederek planlanmıştır. Hatta bu duruma karşı çıkanlara terörist damgası yakıştırılmıştır.
Türkiye’deki sosyal su sorunu sadece DSİ gibi merkezi devlet kurum ve kuruluşlarının söylemleri ile açıklanamayacak kadar karmaşık bir meseledir. Su sorununun önemli bir bölümü de, merkeziyetçilik ve yerelleşme ekseni etrafında devam eden tartışmalarda tanımlanmaktadır. 1980’lere kadar yerel idari yapılar, hem yönetsel hem de mali bakımdan merkeze bağlı oldukları için yerelden çok merkezi anlayışın yerel ölçekteki temsilcileri olarak davranmışlardır. Bu merkeziyetçiliğin daha da kemikleşip güçlenmesi sonucunu doğurmuştur. 1980’lerden itibaren belediyeler ‘sosyal belediyecilik’ adı altında bir dizi yapısal değişiklikler yapmıştır. Böylece merkezin ‘mutlak hakimiyeti’ yavaş yavaş zayıflamaya başlamıştır. Yerel yönetimler konusu, Türkiye’nin gündemine 1985 yılı Yerel Yönetimler Evrensel Bildirgesi ile girmiştir.
TÜRKİYE’DE SU ALGISI: GÜVENLİK İÇİN SU YA DA EKONOMİ İÇİN SU
Tüm bu gelişmeler kapsamında akla gelen bir diğer konu ise suyun kullanım alanı. Bu konu da değişik görüşler mevcuttur. Mevcut su kullanımının amacı yenilenebilir kaynak yaratmak için suyun kullanımı mı? Yoksa ekonomik gereksinimleri karşılamak için suyun kullanımı mı? Ele alınan bu başlık aslında çok çetrefilli bir başlık olmakla birlikte devlet bekası için son derece önemli bir konu haline gelmiştir. Buraya kadar bahsi geçen her olay da suyun kullanım alanları hem güvenlik hem de ekonomik boyutları iç içe geçirilmiştir. Aslında bir birinden son derece farklı konular olmakla birlikte hep aynı düzlemde görülmektedir. Şöyle ki, bugüne kadar GAP projesinin sürekli faydalarında söz edildi. Ama şu noktası göz ardı edildi ki, mevcut tarım alanlarının sulanmasıyla birlikte yeraltına geçen su büyük oranda tuzlanmış vaziyette indi suyun altına ve böylece mevcut yer altı suları da tuzlanmış bir hal aldı. Yer altı sularının kullanım şartları böylece değişti. Diğer bir açıdan bakıldığında ise GAP’la birlikte ekonomik faaliyetler bölge halkına artı iş istihdamı ve bölgesel ve toplu göçleri engeller bir pozisyon aldı. İşte tüm bu yapılar göz önüne alındığında suyun kullanım alanı farklılıklar arz etmektedir.
Suyun kullanımı son derece karmaşık bir yapı oluşturduğu için kullanım alanı ne olursa olsun milli güvenlik ve ekonomik faaliyetleri aksatmayacak şekilde birlikte yürütülmelidir. Önümüzde Aral gölü örneği varken bu durumun farkına varılmalıdır.
SONUÇ
Günümüzde suyun önemi artık high-politics* seviyesine çıktığı aşikardır. Suyun yenilenebilir bir kaynak olarak sunulamaması ve ulusal seviyeden daha çok uluslararası literatürde çalışma alanı bulması ve benzeri nedenlerden dolayı suyun önemi giderek artmakta ve artmaya da devam edecek gibi gözükmektedir. Suyun dış politika hedeflerinin saptanmasında en önemili belirleyicilerden biri olmasının ve güvenlik sorunları kapsamında değerlendirilmesinin başlıca nedeni ülkelerin doğal kaynaklarını mümkün olan en üst seviyede kontrol altında tutabilme kaygısı ve bu kadar önemli bir doğal kaynak konusunda başka bir ülkeye bağımlı olmama veya bağımlılığını en az düzeyde tutabilme isteğidir.[12]
Dünyamızda son derece kıt olan su kaynakları özellikle Orta Doğu gibi kurak bölgelerde çeşitli gerilim ve anlaşmazlıkların çıkmasına yol açmaktadır. Türkiye de bir bölge ülkesi olarak tatlı su kaynaklarından çıkan su sorunlarından nasibini almaktadır. Çünkü Orta Doğu bölgesinde toplamda 5 sınıraşan su bulunmakta ve bunların 3’ü ile Türkiye doğrudan temas halindedir. Doksanlı yıllara kadar çıkan su bunalımları daha çok dış faktörlerin etkisi altındayken soğuk savaşın bitimi ile beraber, bu sorunlar daha çok bölgesel güvenlik algıları dahilinde analiz edilmeye çalışıldı. Türkiye’nin ulusal güvenlik algılamalarında sınıraşan sular sorunu özellikle iki açıdan çok önemlidir.
·         GAP’a Suriye ve Irak’ ın tepkisi
·         Suriye’nin PKK’ ya verdiği destek                                                                         
Suriye ve Irak’ın GAP’a gösterdikleri tepkilere bakıldığında, bu ülkelerin GAP’ı saldırgan ve duyarsız bir proje olarak nitelendirdikleri görülmektedir. GAP’ın tamamlanmasıyla birlikte Türkiye’nin modern tarım yapmak amacıyla Dicle ve Fırat sularını Güney Doğu Anadolu bölgesine aktaracağını, dolayısıyla bu ülkelere verdiği sözlerin ve yapılan angajmanların askıya alınacağını düşünmektedirler. Bu yüzden GAP, bu ülkeler nezdinde potansiyel bir tehdit algılamalarına yol açmıştır. Türkiye ise verilen sözler ve yapılan angajmanlar konusunda, suyun paylaşımının değil, tahsisinin söz konusu olduğunu belirtmiştir. Çünkü, Dicle ve Fırat nehirlerinin Türkiye’de akan kısmının Türkiye’nin mutlak hükümranlığında olduğunu, dolayısı ile hiçbir ülkenin Türkiye sularını ne yapması gerektiğini söyleyemeyeceğini en yetkin ağızlardan defalarca dile getirmiş ve böylece sınıraşan suların kendisi için bir hükümranlık dolayısı ile güvenlik sorunu olduğunu dile getirmiştir. Ancak, su kaynaklarına sahip olmanın verdiği güçle bölgede etkin bir rol arayışı içinde olan Türkiye, sınıraşan sular üzerindeki hükümranlık haklarını pazarlık konusu etmeden, Orta  Doğu barış sürecine katkıda bulunmak amacıyla Manavgat, Seyhan ve Ceyhan nehirlerinden bölge ülkelerine su pazarlayabileceğini belirtmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken konu, Türkiye Dicle ve Fırat üzerindeki haklarını pazarlık konusu yapmadan, diğer nehirler üzerinden ekonomik kazanım elde etmek yoluyla, Dicle ve Fırat nehirlerini kendisine saklamaktadır.
Sonuç olarak Türkiye su politikalarını yürütürken sağduyulu bir politika izlemekle beraber, spill-over effect kavramını gözden kaçırmaktadır. Bir ara gündeme gelen komşularla sıfır sorun politikasına yüz çevirerek, tüm komşu ülkelerimizle sorunlu hale gelmiş olup, su politikalarımızı zora sokmuş vaziyetteyiz. Bu politikalardan vazgeçerek tekrar barışçı bir döneme girilmediği takdir de, Türkiye’yi daha çok bölgesel su temelli politik sıkıntılar beklemektedir.
Günümüzde su meseleleri, bölgesel çatışmalar açısından daha sık dile getirilmekteyken bölgesel bir su stratejisi geliştirme gereği, ülkeleri bölgesel bir barışa doğru itebilir. Bu yüzden, bölge ülkeleri su meselelerini halletmek için bölgesel bir politika yürütmek zorundadırlar. Bu zorunluluk aslında 1990’ların başında oluşma safhasını tamamlamış olup giderek önem kazanmaktadır. Ayrıca su kaynaklarınına kıyıdaş ülkelerin mutlak işbirliğine giderek gereksinimlerini ve kaynaklarını belirlemeleri ve buna göre düzenleme yoluna gitmeleri gerekmektedir. Bu yüzden gerek Türkiye’nin gerekse Irak ve Suriye’nin suyu en verimli şekilde kullanma yöntemlerini belirlemek için alt yapı çalışmaları geliştirmeleri elzemdir. Sorun bölgesel bir çatışmadan kaçınma amacı olarak saptanmalıdır. Ve bunu iki temele oturtmaları gerekmektedir: bir yandan su arzının artırılması diğer yandan da su talebini sınırlamaya çalışmak. Su arzını arttırmaya yönelik yöntemlerden en ekonomik olanı başka ülkelerden su ithal etmektir. Türkiye tarafından önerilen Barış Suyu ve Manavgat Çayı projesi, hem ekonomik hem de stratejik açıdan çok önemli projelerdir. Fakat Barış suyu projesi ülkelerin birbirlerine olan güvensizliklerinin ve Türkiye’nin kritik su kaynaklarının kullanım ortaklığını istememesi sonucu rafa kaldırılmıştır. Bu boru hatlarının yalnızca Türkiye’nin değil, üzerinden geçtiği her ülkenin denetiminde olacağından dolayı sabotaja açık bir hal alacaktır. Eğer ki; ileride bu su projeleri tekrar gündeme gelecek olursa ki gelmelidir, memba ülkesi olarak Türkiye’nin ağırlığını hissettirmesi gerekmektedir.
Türkiye hızla gelişen bir ülkedir. Nüfus, tarım ve sanayideki gelişmeler arttıkça, su ihtiyacı da artacaktır. Bu sebeplerle su ihtiyacı hesaplamaları bugüne göre değil, 50-60 yıl sonrasına göre yapılmalıdır. Su savaşları gibi olasılıkları da bir an önce gidermelidir. Bu gibi önlemler sadece ve öncelikle Türkiye tarafından alınmalı ve her türlü senaryoya hazırlıklı olunmalıdır.


                                                  KAYNAKÇA
DURMAZUÇAR V., Ortadoğu’da Suyun Artan Stratejik Değeri, IQ Kültür Sanat Yayıncılık,İstanbul, 2002
AVCI, İ. Ve B. YANIK, Sınıraşan ve sınır Oluşturan Su Kaynaklarımız, Su kongresi ve Sergisi, İstanbul, 1997
ADAMS, M.,Water Security Policy: The Case of Turkey, Near East South Asia Center for Stratejik Studies(NESA), Washington DC: National Defence University, 2002
AVCI İlhan, Ortadoğu ve Su Sorunu, Cumhuriyet,14.01.1996
BAĞIŞ Ali İhsan, Turkey’s Hydropolities of the Euphrates- Tigris Basin, İnternational Journal of Water Resorces Development, 1997
CINAR T., NEOLİBERAL  SU POLİTİKALARI DOĞRULTUSUNDA, İller Bankası, 2007




[1] T. CINAR, NEOLİBERAL  SU POLİTİKALARI DOĞRULTUSUNDA, S.1
[2] Muhammad Mizanur Rahaman ve Olli Varis, “Integrated Water Resources Management: Evolution,
Prospects and Future Challenges”, Sustainability: Science, Practice, & Policy, Cilt 1, No. 1, 12 Nisan 2005,  ss. 15-21.
[3] Alman Teknik İşbirliği (GTZ) Kurumunun resmi yayın organı Development and Cooperation isimli dergide
yayınlanan kapsamlı bir mülakatta Uganda ve Afrika kıtasındaki sorunlara değinilmektedir. Adı geçen
dergide; Uganda Su ve Kanalizasyon İdaresinin, Afrika kıtasındaki diğer ülkelere örnek olacak çalışmalar
yürüttüğünün altı çizilmektedir.“Piped Water is a Convenience”, Development and Cooperation, Cilt 35,
No.1, Ocak 2008, http://www.inwent.org/ez/articles/063441/index.en.shtml, ss. 23-28.
[4] www.mfa.gov.tr
[6] * olmazsa olmaz
[7] AB Komisyonu, Etki Değerlendirme Çalışması, 2004, s.9
[8]http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/uzmangorusugoster.aspx?ID=281
[10] TÜSİAD 2008a
[12]Kaynak Acar, Stratejik açıdan su sorunu, strateji, no95/3 s. 136-7

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder